Destanlarda Nevruz’un İzi
Destanlar, milletlerin din, fazilet ve millî
kahramanlık maceralarının şiirleşmiş hikâyeleridir. Destanlar, bir milletin
bütün varlığını ifade ederler. Gerek tarih, gerek fikir ve sanat bakımından
büyük değer taşırlar. Destanlar tarihi aydınlatarak fikir ve sanat hayatına
kaynak olurlar. Tarihleri bilinemeyecek kadar eskilere uzanan milletlerin ilk
çağlarını bize bir takım mitolojik menkıbeler halinde anlatırlar. Bunlar gerçek
olmasalar, hatta gerçeğe uymasalar bile, milletlerin kendi millî mazileri
hakkında neler bilip neler düşündüklerini haber vermek bakımından önem
taşırlar. Ancak destan, tarih demek değildir. Kökü tarihe dayanan, ilhamını
tarihten alan bir halk edebiyatı verimidir. Bazı milletler, millî mizaçları
gereğince, destanlarında tarih gerçeklerinden uzaklaşmaz ve halk diliyle
söylenmiş birer tarih gibi, destanlarını tarihe uyan bir ifade ile söylerler.
Türk Milleti'nin destanlarında bu vasıflar üstündür.
Türk destanlarının İslâmiyet’ten önce de,
İslâmî devirde de öz bakımından aynı karakteri göstermeleri; İslâmî devirdeki
Türk destanlarının, sadece değişen bir medeniyet ve yeni bir kültür anlayışının
icabı olan değişikliklerin dışında bir farklılık getirmemesi, bütünlüğün
bozulmamış olması destanlarımızın özelliklerindendir. Çeşitli ve farklı
devirlere ait olmasına rağmen Türk destanları hiçbir zaman dağınık ve
birbirlerinden uzak bir halde değildirler. Bu destanlar farklı zaman
dilimlerinde hep aynı ülkünün peşindedirler: Dünya yaratılmıştır
"Yaratılış Destanı"; insanların çoğalması için "Türeyiş
Destanı". Çoğalan insanlar nereye sığar dersek göç başlar "Göç
Destanı". Varılan ilde bazen de yok olma belası ile karşılaşılır. İşte bu
anda "Bozkurt Destanı" doğar. Oğuz Kağan Destanı, bu yeniden dirilen
milletin gelişmesi ve yayılışıdır. Ancak su uyur da düşman uyumaz. O zaman
Türk, kabuğuna çekilir güç toplar. Şu Destanı ve Ergenekon destanı, bu ebedî
gücün toplanışıdır.
Toprağın önce yağmur sularıyla sulanarak
ardından da karın beyaz örtüsü altında kısa bir ölüm uykusuna yatıp ilkyaz ile
yeniden doğması, Türk destanları içinde karşılığını Ergenekon'da bulmuştur.
Nevruz kutlamalarının bir diğer adı da "Ergenekon Bayramı"dır. Bu
isim geçmişten günümüze kadar hâlen çeşitli Türk boyları arasında canlılığını
koruyor. Bu bayram aynı zamanda milletin destanların gücüyle birbirlerine olan
güven bağını güçlendiriyor. Ergenekon da böyle bir gelenektir. Ebulgazi Bahadır
Han'ın Şecere-i Türk'ünde naklettiği Ergenekon menkıbesi eski Çin kaynaklarının
verdiği tarihî olayların bir yankısıdır. 400 yıl dört tarafı yüksek dağlarla
çevrili bir vadide kalan Türk'ün yaşama kavgasıdır. Ergenekon'dan bir bahar
günü tekrar ata yurduna döndüğünde hürriyetini, istiklâlini tekrar kazanmış
dosta, düşmana Türk'ün varolduğunu tekrar duyurmuştur.
İşte o gün 21 Mart günü, "İstiklâlin
kazanıldığı" kurtuluş günü Türklerde bir geleneğin doğmasına sebep
olmuştur. Türk milleti için bu derecede önem kazanan destanı her Türk genci çok
iyi bilmelidir. Çünkü geçmişten günümüze kalan bu miras, karşımıza aldatıcı maskelerle
çıkacak farklı iddialara doğru cevaplar vermemize yardımcı olacaktır.
Bu destan, Gök Türklerin en büyük destanıdır.
Türk destanları arasında müstesna ve çok mühim bir yeri vardır. Destana göre
Ergenekon, Türklerin yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek
yaşayıp çoğaldıkları; etrafı aşılmaz dağlarla çevrili, mukaddes bir toprağın
adıdır.
Ergenekon Destanı, çoğu kaynaklara göre Büyük
Hun Devleti döneminde teşekkül etmiştir. Hatta ÇianKen'in M.Ö. 119 yılında, Çin
imparatoruna sunduğu bir raporda, bu destandan söz ettiği bilinmektedir.
Ergenekon Destanı ile Gök Türklerin tarihi
arasında açık benzerlik vardır.
Her şeyden önce Hun birliğinin dağılışından
Gök Türk devletinin kuruluşuna kadar geçen 450 yıllık zamanla, destandaki 400
yıl birbirine çok benzemektedir.
Büyük Hun birliğinin Çinlilerle birleşen
bozguncu boyların hücumu ile dağılıp yok oluşu sırasında Altay Dağları
çevresine göçen Gök Türklerin hikâyesi, destanda Kayıhanlı ve Dokuz Oğuzların
göçü olarak anlatılır. Ergenekon Destanı; bir bakıma, Gök Türklerin doğuş
destanıdır. Bu destan ilk defa 13. Asırda tarihçi Reşîdüddin tarafından yazıya
geçirilmiştir. Yazarın "Câmiü't-Tevârih" adlı kitabına kaydettiği bu
rivayet, Farsça yazılmıştır.
Destanların milletlerin şekillenmesinde önemli
bir yere sahip olduğundan bahsetmiştik. Özellikle son yıllarda, Doğu ve
Güneydoğu Anadolulu bir kısım kişiler Ergenekon destanında yansımaları olan
Nevruz bayramını vesile ederek bölücülüğe yeltenmektedirler. Aslında Türk'ün
dirilişinin ve milliliğinin ifadesi olan Nevruz'u Kürt bayramı gibi
tanıtmaktadırlar. Bu iddialarında ise delil olarak "Demirci Kava
Destanı"nı esas almaktadırlar. Onlara göre bu günde (21 Mart'ta) Demirci
Kava'nın önderi olduğu Kürtler Dahhak'a karşı ayaklanarak istiklâllerine kavuşmuşlardır.
Bu iddialarını sabitleştirmek için bazı piyesler de kaleme almışlardır. Mesela
Kemal Burkay imzasıyla yayınlanan "Dehak'ın Sonu" bunun bir
örneğidir.
Bu destan Ergenekon Destanı ile paralel
olarak düşünülerek Kürtlerin doğuşu için bir kaynak olarak gösterilmeye
çalışılmaktadır. Kava Destanı'nın Ergenekon Destanı'nın değişik bir rivayeti
olduğuna ise hiç dikkat çekilmemektedir. Ayrıca bu destanın bir benzerine de
Dede Korkut'taki "Basat'ın Tepegöz'ü öldürdüğü Destan"da rastlıyoruz.
Ergenekon Destanı'nın 13. Yüzyılda ilk defa Farsça olarak yazıya
geçirildiğinden bahsetmiştik. Kava Destanı ile ilgili ilk yazılı rivayet
Firdevsî'nin "Şehname”sinde ve Şeref Han'ın "Şerefnâme"sinde
yine Farsça olarak yazılıdır.
Peki, Firdevsî kimdir? Şehname’yi niçin
yazmıştır? Ve nasıl olur da kaynağını ancak XI. Yüzyıla indirebildikleri bir
destan parçası ile Nevruz bayramı özdeşleştirilebilir? Bu soruların cevaplarını
tarihin yazılı kayıtlarında kolayca bulabiliyoruz.
Firdevsî dağılmaya yüz tutan Fars birliğini
yeniden bir araya getirmek için, otuz yıl emek vererek manzum bir eser yazar.
Bu eser Şehname (Şahnâme) adını taşır. Altmış bin beyit tutarındaki bu eser,
İran'ın milli destanı olarak kabul edilir. Defalarca yayınlanır ve kısa zamanda
dünyanın sayılı klasikleri arasına girer. Şehnâme'deki mücadele dışa dönüktür.
Firdevsî, eserini birçok tarihî olaya, efsane, menkıbe, rivayet ve hayal unsuru
motiflerle süsleyerek, Fars ırkının, Arap ve daha ziyade Türk ırkından üstün
bir ırk olduğunu ispatlamaya çalışır. Bu destanda mücadelenin büyük bir bölümü
Türklere karşı verilmiştir. Nitekim bu durum, Türklerin "Buku" veya
"Buka Han" dedikleri "Alp Er Tunga" destanda "Afrasyab
(Efrasiyab)" adıyla karşımıza çıkar; İran Şahı Keyhüsrev tarafından tuzağa
düşürülerek, hile ile öldürülür. Onun ölümüyle birlikte Farslar kendilerine
göre dolayısıyla büyük bir belâdan kurtulmuş olurlar. Bu günü kurtuluş günü
kabul edip, bayram yaparlar. Bu bayram bildiğimiz Nevruz bayramından başka bir
şey değildir. Daha sonraki asırlarda tarihe mal edilecek olan Kava ve Dahhak
gibi şahısların varlığı da yine bu eserdeki efsanelerden kaynaklanır.
Böylece Firdevsî Nevruz'u İran geleneğine
bağlamaya çalışır. Ancak onun kaynağının tarihi ancak XI. Yüzyıla kadar
inebilmektedir. Ayrıca Kava Destanı, Türk destanları ile çok benzerlikler
göstermekte ortak noktalar taşımaktadır.
Her iki destanda; müşterek olup önemli yer
tutan unsurlar, şöyle gösterilebilir:
1. Çadır hayatı
2. Düşman saldırısı
3. Esaret
4. Esaretten kurtulmak
5. Dağlara sığınmak
6. Hayvan beslemek
7. Çoğalmak
8. Demircilik sanatı
9. Ateş yakmak
10. Yayılmak, göç etmek
11. Bayrak dalgalandırmak
12. Yeni bir hükümdarın başa geçmesi
13. Düşmandan intikam almak
14. Huzura kavuştukları günü
"bayram" olarak kutlamak.
Gerek Demirci Kava, gerekse Ergenekon
Destanı'ndaki ortak noktalar içinde özellikle "Demircilik sanatı"
üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak dikkatimizi çekmektedir.
Bilindiği üzere demirin Türk kültür ve medeniyeti tarihindeki yeri, çok
eskilere dayanmaktadır. En aşağı, M.Ö. 1400'lerde Altay'ların batısında bol
miktarda demir elde edilmekte olduğunu söyleyen W. Ruben; "tarihî
vesikalara dayanarak bu eski Türk sahasını demir kültürünün doğduğu yer kabul
etmekte zaruret vardır." Demektedir.
M.Ö. 1022 yılına ait kayıtta, "lüks
kılıç" anlamında bir "kingluk" kelimesi, "Hunların eski
ecdadının sözü' olmak üzere M.Ö. 47 yılında yazılan bir Çin kaynağında
zikredilmiştir. Fr. Hirt, bu sözü Türkçe'de "ikiyüzlü bıçak"
anlamında, bugün dahi kullanılan "kingirlik" kelimesi ile
birleştirmiş ve bunu "tarihte kayıtlı en eski Türkçe kelime" olarak
kaydetmiştir.
Gök Türkler sahasından İran sahasına, mesela
Horasan'a "demir levhalar', "karaçori' ve "bilgatekinî"
denilen güzel kılıçların ihraç olunduğu bilinmektedir. İran destanı bile,
Türkleri en eski zamanlardan beri bir "çeliğe bürünmüş" millet olarak
anlatır.
Ergenekon Destanı'nın en önemli motiflerinden
biri de, kuşkusuz bu "demircilik geleneği'dir. Oğuz Kağan Destanı'nda;
"canavar geyik yedi, ayı yedi. Çıdam onu öldürdü. Demir
olduğundandır" diyen Türkler, insanı başka mahlûklara ve başka insanlara
hâkim kılan silahın kıymetini elbette çok iyi biliyorlardı.
Gök Türklerin demirden bir dağ eritmeleri,
bunu yapan kahramanlarını da "demirci" sözüyle ebedîleştirmeleri bu
yüzden önemlidir. O kadar ki Türkler, bu günü bayram bilmiş; Ergenekon'dan
çıktıkları günün yıldönümlerini tiyatroyu andırır temsili törenlerle
kutlamışlardır. Bu törenlerde, ocakta kızdırılmış demirleri örs üstüne koyup
iri çekiçle döverek asırlarca Avar'lara silah yapan ve bu silahlarıyla Türk
illerinde büyük hâkimiyet kuran atalarını, hep saygıyla anmışlardır. Nitekim
birçok Türk boyları demiri mukaddes saymışlar, üzerine and bile içmişlerdir.
Arapların "hakiki Türk" dedikleri
Hakanlı Türkler, kendilerini soy itibarıyla bir "demirci millet"
olarak tanımışlar, hükümdarları demirciliği kutlamışlar ve demircilik sayesinde
esaretten ve zulmetten kurtulduklarına inanmışlar, onlara Çinliler de Cucen
(Avar)lerin demircileri demişlerdir.
Gök Türk devletini kuran Bumin Kağan ile
İstemi Kağan "demirci" idi. Özbek Türklerinin şahları arasında da
demirciler vardır.
Yukarıdan itibaren vermiş olduğumuz bu
bilgiler ışığında Kürtleri Dahhak'ın zulüm ve esaretinden kurtaran Kava'nın da bir
"demirci" olması, bu bakımdan önemlidir. Kava, sıradan bir demirci
değil, tıpkı Gök Türklerde olduğu gibi, demirden savaş araç ve gereçleri yapan
bir sanatkârdır. Kava'nın kimliği hakkında Ferhengi Ziya/Gencine-i Güftar'da bu
yönde bilgiler verilir. Bu isme ilk defa İranlı Firdevsi'nin
"Şehname”sinde rastlanmıştır. Ondan önceki eserlerde bu isim yoktur.
Şehname’de Kava'nın kimliği ve milliyeti hakkında hiçbir bilgi verilmediği
halde bir takım Kürt kaynakları bu kahramanı sahiplenerek kendilerine uydurma
bir tarih oluşturmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu konuyla ilgili ilmî bilgiler
de mevcuttur. Arthur Christensen'in öne sürdüğü iddia bir hayli ilgi çekicidir.
Ona göre, Kava, Sasanîler (M.S. 226–642) döneminde ortaya çıkmıştır. Kava'nın
adı bu devirde duyulmaya başlamış ve Dahhak Efsanesi'ne dahil edilmiştir. A.
Christensen'in görüşü aslında bir gerçeği ifade etmektedir. Bu da şudur ki,
Demirci Kava, Gök Türkler devrinde yaşamıştır. Bu bilgilere göre Demirci
Kava'nın İran soyundan değil, Türk soylu bir kahraman olduğu ortaya
çıkmaktadır. Kava, İran-Turan (Türk) savaşlarına sahne olan bir coğrafyada,
zulme ve zorbalığa karşı direnen ve başkaldıran bir önderdir. Her iki destan da
aynı coğrafyada kaleme alınmış, aşağı yukarı aynı asırlarda derlenmiş ve her ikisi
de zamanın geçerli yazı dili olan Farsça ile yazılmıştır. Motifler hep aynıdır.
Bu içerik Dersimiz.com tarafından eklendi , 3321 kez okundu.